LİHFEN
Sonsuz vampir güneşleri, okyanusun derinlerini
aydınlatıyordu. Karanlıkta ayışığı yalpalıyor, sokak aralarında gölgeler
dolaşıyordu. Köşeden biri çıktı süzülerek, entarisi parıldıyordu... Meydandaki
heykelin oraya kadar yaklaştı ve sütunların arasından çıkarak, Lihfen diye
fısıldadım, Lihfen... Gece kuşları gibi ötüşen rüzgar yüzümü yalıyordu.
Karanlıkta koluma girdi ve bir türlü gölgesini göremediğim sol kolu, sanki yok
gibiydi. Kalabalık gelmeden uzaklaşalım dedi. Sarnıçların, yanıp söner gibi göz
aldığı yola girdik. Arnavut kaldırımı sessizliği bozuyor, Lihfen'in takunyası
kurt ulumalarını andıran bir melodi gibi, ay ışığına şarkılar söylüyordu.
Epeyce yürüdük ve Brooklyn köprüsünün altındaki
mahzenlerde soluklanıp, bizi Boğaziçi'ne uçuracak kanatlı atımıza binmek üzere
hipodrom yoluna saptık. Uzaklardaki sahile uzanan yol, uçsuz bucaksız bir
okyanusa açılan ışık çubuğu gibi dümdüzdü ve keskin bir kılıç gibi parlıyordu.
İlk köşeden sola döndük ve Pegasus'un, Truva Atı'na benzer dehşeti ve gökyüzüne
uzanan kanatlarıyla bizi beklediğini gördük. Önce Lihfen'i bindirdim, Likya
saraylarını da çınlatan takunyalarını eline verdim ve bana sıkı sıkıya
sarılması için onu uyardım ve az sonra pembe parmaklarının belime dolandığını
duyumsadım.
At uçmuyor, şahlanarak ve yıldızlı karanlıkları
yararak ilerliyordu sanki. Andromeda'da mola verdik, Lihfen mızmızlanarak
sızlandı ve buzdan kulaklarıma, bu gece karanlığında yolu neden uzattın dedi.
İlk kez simsiyah dudaklarına yapıştım ve o anda dirseğini belime indirdi ve bu
minicik ejderhalar ne arıyor ağzında diye bir çığlık attı. Aşağılara doğru
baktım ve uçurumların içine bir bir süzülerek döküldü ejderhalar. Yıldızlardan,
Lihfen'in üzerine kar yağıyordu.
Bir hayvan barınağında sabahladık. Gece Lihfen'le
kanımız birbirine karıştı, onun eti ekmeğimiz, benim kanım şarabımız olsun.
Kutup yıldızı geceden beri üzerimizde parıldıyordu, giderek yaklaştı ve ikimizi
içine aldı. Halifenin orduları kılıçlarıyla, inanmışları bir kulenin tepesine
sürüyor, orada sunağa başını uzatma yarışı içindeki mazlumların kanı, ta
aşağılara azgın bir selinti, coşkulu bir çağlayan gibi dökülüyordu. Habeşli
köleye benzer celladın gözleri tapınak kandili gibi gecenin karanlığını
yırtarak göz kırptı ve sıra bize gelince Habeşli durdu ve Lihfen'in kulağına
bir şeyler fısıldayarak bizi ta aşağılara, gayyalara fırlattı. Boşlukta
kılıçlar bedenimizi ikiye ayırıyor ama bir türlü parçalanmıyor ve yatağanlar
rüzgar gibi içimizden geçerken uzaklarda güneş batıyordu. Nasıl bir dünya bu
diye bağırdık ve Lihfen'le birbirimize sarılarak, uçan bir halının üzerinde
gökyüzüne savrulduk artık. Satürn canavarı geldi az sonra ve bizi zeplin gibi
kucaklayarak Nil sularına bıraktı.
Dev gibi bir firavun ordusu yaklaştı yanımıza ve
panter suratlı biri, Amon Ra'nın işaretiyle ansızın elest alemine ışınladı bizi
ve nasılsa Andromeda'ya dönebildik. Soluk aldığımızı görünce, gerçekte nereye
gidecektik biz dedim Lihfen'e , gel buraya dedi ve gümrah bir cennet nektarını
andıran Vulva Yıldızı'nı gösterdi bana, sıcak bir buhurun içine girer gibi
içine girdim, altın anahtarım karanlıkta bütün kovuklarını aydınlatıyordu. Bir
süre sonra, ağır bir sağanakla, yıldırımlar boşandı. Gökyüzü gözyaşlarını
tutamıyor, kederden mi sevinçten mi bilinmez, aralıksız şimşekler çakıyordu.
Bir mezarlığın içinde gibiydik, kara taşların arasında, bir ayet çıktı önüme!..
Öylesine paralanmıştı ki, neredeyse okunmuyordu.
'Kıyamet gününde, seninle buluşacağız Lihfen ve
Araf'ta göz göze geleceğiz. Ve bilmelisin ki, kutsal gözeneklerin kılıcımın
buyruğu altına girecektir. Ve ben ordularımın başında, yıldırım gibi akacağım
zülfünden ve yukarıdan , aşağıya, tepeden tırnağa seni kanımla yıkayacağım.
Ben seni yeterince anlayıp, kavrayamıyorum Lihfen...
Ey ruh, sevişmek için Sırat'ın sıgasını ve Araf'ın
duasını bekleyemiyorum ben.
Bilinir ki, Hitit'in orduları o gün Kadeş'e geldiler
ve firavunun ordularıyla cenkleştiler. Ve Muvattali'nin ülkesi bütünüyle
Mısır'a göçtü ve Kleopatra sevindi. Çünkü azapla dolu, gürbüz köleler vardı.
İşte bir yunus gibi yüzüyordu Lihfen orada. Ve gözlerinin önünde ben kendimden
geçiyorum ve onun şişe burnunu seviyordum.
Ben anlayamıyorum Lihfen, yeryüzü bir cehennem değil
mi, aşkın ve sevişmenin kuralları yazılmamış mıdır tunç kargılarla. Seni
sevmeliyim ve ruhum özgür olmalı ha!.. Bu beni sakinleştirmeli ve cehennem
başka yerler olmalıydı ha!..
Hepimizin bu dünyadan nefret etmek ve iğrenç
tanrılarımızdan kaçınmak için yeterli gerekçesi var. Korona'nın Kraliçesi
söylüyordu bunu...
Lihfen...
Ruhum hepimizi yok etmek istiyor ama bu olanaksız
biliyorum. Öyleyse ben hiçliğe savrulmalıyım ve işte o zaman, yaşadığımı
anlıyorum ben. Biliyorum ki yaşıyorum. Şu dünyada, sen benim olmalıydın
Lihfen!.. İç içe iki kaşık gibi girmeliydik birbirimize, tek bir beden
olmalıydık.
Karanlık ruhumun koridorlarında her gece seni
düşlüyorum ben. Ve beni doğurduğunu görebiliyorum her tan atımında.
İnlemelerle!.. Dilim içinde kayıyor ve anahtarım yeryüzünün bütün kapılarını
açıyor. Kanım kanında dolaşıyor Lihfen. Sen benimsin.
Ve işte okyanus dalgalarının içinde, yitip giden
Solaris'im.
Sen benim benliğimsin Lihfen. Senin tunçtan bedeninle
sevişebilirim. Hayalini bir buhur gibi içime çekebilirim. Bu ne kadar kötü
diyorlar Lihfen, biliyorum ki, ruhun bunu duyumsuyor. Elem okyanuslarının tek
ortağıydın sen. Her gece kulaklarım çınlıyor. Aşkın ve bağlılığın, son iç
çekişine yaklaştığını biliyor yeryüzü. Aşk artık burada oturmuyor. Ve her gece
yağmurlar yağdığını ve her gece ıslandığını biliyorum ben. Ve tüm ıstırapların
Roma'ya çıkan Appian yolu olduğunu da...
Hiçliğe savrulmak üzereyim ben. Ve o anı biliyorum.
Affet beni. Gecede zincirlerimden boşanmak üzereyim ve bilirsin ki Lihfen,
yıkıntılar arasında bir ilahiyim ben. Affet beni tanrıçam...
Biliyor musun, affediyorsun Lihfen...
Ve yağmurun sesiyle uyanıyorsun bak... Yağmur seni
mutlu ediyor ve kızıl ışıltılar içinde, gökten doğru durmaksızın yağıyor!..'
Sildiniz mi her şeyi.
Silmeye gerek yok.
Geçmişten, geleceğe dönülmüyor ki!..
ULUS FATİH
ses
gittiğinde başlamıyor
başımla
gözümle demir yalazı elbet
bu
kısmı benden olsun ey
kıvılcım
serüvenlerin eğilsin
onca
sönen fer benden
hiç
kimse yakamazken bu kenti
olsun
elindeyse
ki
artık her şey imkânsızlığın
buz
dağlarına kattığın avuçların
dokunan
ellerinin savurganlığı
ellerinin
savurganlığını dokun an
hangi
yönden gelirse gelsin kabul ettiğin rüzgâr
tutunur
tutuşur surların
ne
neron ne roma ne sütunların için
yalnız
kavrulursun
yalvar
yakar
dülgerin
bütün yongalarını sen yakarsın
duman
duman inkâr kapsarsın atmosferine
detaysızlığını
oynarsın
onarsın
yonga mevsimini
gittiğinde
ses
dörtte
üçünü dünyanın bir adıma üç yörünge
sarıyor
söndürüyor ıslak burçların
üç gün
mü desem üç ay mı üç yıl mı
kale
esaretine batırıyor, boğuyorsun
okyanus
diyorlar ya
ardına
akmayı sürdürüyorsun tüm nehirlerin
infazına
yanıyor
yakıyor yıkıyorsun
bir
buzul erimiyor... övünç
ozon
olduğu için sevgilisi
dayanıyor
övünç
antartika
ele geçiyor
bilmiyorsun
tutmalısın
ümit burnu’ nu
gizliyorsun
hiç
ilgin yok oysa
ey ses
! eğme başını
sustuğun
yön bu övgü
bilmiyorsun kavradığını boğazı.
ÖMER SERDAR (AYVAŞA)
İlk gençliğimin yaprağıydı, büyüdü, serpildi, büyüttüm, çoğalttım
o yaprağı ki çok şey öğrendim o hücrelerden. Sonra baktım ki "Doğançay
Çınarları" kadar derin biçimde zihinsel dünyama kök salmış.
"Bahar
mevsimde hazan olmaz(dı) ama Aruoba söz konusu olursa her şey
ihtimal dahilinde" yazdı dostum ve bir ikinci
cümle kurmuştu ki esas o
beni derinden etkiledi: "kurtuluş bazen
hepimizi ezer geçer, kişi
kurtulur, huzura kavuşur ama yıkım etkisi bizde
devam eder".
Bu sözler üzerine çok düşündüm, çünkü başka bir
açıklama yok, nasıl bir "kurtuluş" olabilir ki?
Neden, kimden kurtuluyorsun?
Tekrar yazdım dostuma ve iki soru sordum.
Gelen yanıtlar, her şeyi anlamlandırdı zihnimde.
Meğer çok ağır hastaymış, tıbbı müdahaleye izin
vermeyen türden bir
durum ve de gidebildiği ana kadar olmuş bilimin
yanıtı!
Çok üzüldüm, çok.
"Bunca acıyı hak etmiyordu" diyeceğim
ama onun yaşamı zorluklara
meydan okumaktan ibaretti, son seneleri dışında ki
o da aslında bir çeşit
hazırlıktı, "gitmek için".
Ben de yeni öğrendim, bugüne kadar ne dostum ne de
kimse söz etmemişti, meğer Fahriye
hn, uzun zaman, onu bir melek gibi korumuştu
İzmir'de. Sağ olsun, var olsun.
Kitaplarıyla, geride bıraktıkları hep anılacak
sevgili Oruç Aruoba.
“-Adınız "Oruç".
- Evet, siz bakmayın adımın Oruç olduğuna, ciddi
ciddi Oruç da tuttum,
annem, sen daha çocuksun tutma derse de, ben hep
tuttum. Bayram
Namazına da gittim, sonra olan oldu".
Yani ciddiyeti kadar mizahı da güzeldi Aruoba'nın.
Sizinle de paylaşayım onun hakkında can dostumun
yazdıklarını:
"Ulan,
Lan" sözcükleri onun dilinden bal damlası gibi tatlı biçimde
çıkardı, kafasının kızdığı şeye, "çöp lan
bu" derdi.
Toplu halde restoranda yemek yenildiğinde ve sıra
ödemeye geldiğinde: "elleri
balık kokmayan birisi ödesin" derdi.
Mütevazi bir kişiliği vardı, onun tevazu çemberi
öyle böyle değildi.
-"Ben şair değilim" dediğini çok duydum,
"ben bu şeylere layık
değilim" dediğini de.
“Enis abiyle
le çok yakın ve derin bir dostlukları vardı, son demine kadar
üstelik. Ortak projeleri de çok oldu, en son bir
dergi projesinde
bir araya geldiler, Enis abi davet etmişti, son
çıkışı oldu sanırım. Oruç,
geceden yanaydı, bir gece değil 10 saat-8 saat, 80
saat de sürse(ydi)
bu onu mutlu ederdi. Sabah ezanı gibi gecenin
perdesini çekerdi, bu
hep böyle oldu. Kimi yazarlar sabah vaktinde
coşarlar, huzuru
bulurlar, yazı masasına otururlar. Oruç için gece
her şeydi.
Yemek veya şöyle diyelim "beslenmek"
gibi bir kavram yaşamında hiç yer
etmedi. Azla yetindi, bir ermiş gibi hep içindeki
tüketti. Bu bilinçli
bir tercihti. Ne yaptığının farkındaydı.
Daha 17 yıl önce küçük bir hastalığında bizim
İsmet'in Dr. eşine
götürdük, bir yığın tetik istedi ve sonunda
"Oruç bey hiç iyi
beslenmiyor, dedi.”
“Özlem
sözcüğünü bir okuruna sorar, "özlemek" nedir? der, elini
yüreğine götürür, "öz işte"
gösterirdi... O.A'yı "özlemek" de öyle bir
şey Sur, elim yüreğimde şu an...”
+ (.....)
***
ve gitti,
ve gittin,
ansızın,
an
sızı
n
yeniden ayrılık diyor gece kuşları,
gittikçe daha uzak
gittikçe ulaşılmaz.
buradasın şair.
sen ancak ben ölürsem, ölürsün.
ölmedin ki.
Sufi.
Su Wall Kim, Güney Kore'nin en büyük şairlerinden
biridir. Gerçek adı Jang Shik.
6 Ağustos 1902'de Kusang şehrinde (bugünkü Kuzey Kore'nin Pyong'an bölgesi) doğdu. İlk şiirini 1920'li yıllarda bir dergide yayımladı. Bu yayın Japonya'da eğitim gören Koreli mezunlar tarafından kurulmuştur. So Wal Kim, altı yıllık faaliyeti boyunca toplam 154 şiir yazdı. Bunlardan 126 tanesi 1925 yılında seçilerek Açelya Çiçekleri adlı kitapta yayımlanmıştır. Türkçe çeviri için seçtiğim şiirleri İspanyyol’cadan yeptım. Fırsat yaratırsam diğer 151 şiirin tamamını çevireceğim.
Su Wall Kim’in şiiri aşkın dilidir adeta, kendi
yaşamından damıttığı özgün bakış açısıyla. “Dost” başlıklı şiirinde
geçen tanımlama bugünün insanı için ne denli gerekli olduğunu tahmin bile
edemeyiz, hepimizin arzuladığımız o sıkı ve de kayıp kavram: dost!
Sufi.
Dost
Dost, üzüntülü anlarda mutluluk kaynağıdır
Ve aşık olduğunuzda neşe kaynağıdır.
Çilekler çiçek açtığında koku
havayı sarar
Ve kırmızı biberler olgunlaşır,
Kadehi doldur dostum!
***
Sevgilinin
Şarkısı
Özlediğim sevgilimin net şarkısı
sinemde yankılanıyor
Her gün onun şarkısını dinlesem
Sevgilimin özlediğim güzel şarkısını
Gün batımından sonra akşam karanlığına kadar
kulağımda.
Akşamdan yatma saatine kadar
kulağımda.
Yavaşça süzülen o şarkı.
Uykum derinleşiyor gibi görünüyor
yalnız yatağımda uzanmış
huzurlu uykum yavaş yavaş derinleşiyor.
Sabah uyandığımda şarkıyı unutuyorum.
Sevgilimin şarkısını her duyduğumda
tamamen unutuyorum.
***
Senin
İçin
Senin için güneş dağın zirvesinde batıyor.
Senin için yükseliyor ve sabahı müjdeliyor.
Eğer dünya sönse ve gökyüzü de kapansa
Benim açımdan bunların hepsi senin yüzünden.
Zamanı gelince bunların hepsini sana atfedeceğim
Ve duygularım bir gölge gibi yine sana gelecek
Sen benim sevgilimdin.
kör nokta
çünkü
makus tarihidir şehr-i bizans
icazet
icabetten. icazetten icabet
bahşedilmiş
gölge kimi
kimine
güllabici odunlar
birazı
havuç sopa. sonrası talim terbiye.
karanlığı
yara yara yarasa
etrafında
cam kürenin pervaneler dönenir.
devletle
halvet üzreyken şairler vesairler
gölgesi
kör noktada bir kelebek kanatlanır
Beyoğlu’nda
bi karakol. bir boğulmuş bi çığlık
işkencenin
dalında asılıdır.
hepimizin
kardeşi adı: festus okey…
bir
jiletin iki ucu birbiriyle bilenir
akıl
ile teknoloji aynı kompartımanda yüzer
yalancıdır
kameralar. mürekkep işbirlikçi
harfler
tutukluk yapar. cümle alem kötürüm.
Nijerya’dan taksim’e bata çıka bir nehir.
cevapsız bir aramadır, kendi sesinde yankı
birazı solgun güneşten, hayaletten hayalden
rengarenk gökyüzü ,bulutları göçebe.
çığlığı delik deşik rutubetten evlerin
şarkıları perdesiz sularda bir mezarlık
her gecenin sonunda başka yollar denenir.
cümlenize tutunmuş mülteci bir kelime
gezinirken içinizde her gün başka bedende
suya düşen bir hayalin kıyıdaki cesedi
kim çizmiş, bu sınırları, denizlerin üstüne
tahakkümden ölüme, bir dünyanın ucundan
özgürlüğe kanattır, kırlangıç yarası
bir şiirin üstünden geçip giden bulutlar
ağustosta, harfleri, kanlı, kayıp gömlektir.
sınıraşırı öfke ,bilendikçe bilenir.
aynasızlar şehrinde karartılmış her delil
lacivert de bir renkti kirlendikçe kirlendi.
kağıtsızım kağıtsızsın kağıtsız
beni soran oldu mu
“
sareri hovin mernem”*
yağmur
bitince mi uyusun çocuklar
salyangozlar
şehrinde kötürüm o sokaktan
ölü
doğmuş sombahara. hançerlenmiş bir yaza.
iki
dağın arasında nefes nefeseydi güneş
ezgisi
son kuğunun. arka bahçesiydi dünyanın
çığlık
çığlığaydı gün. kıpırdandı son semender
duvarda
paslı çivi. gözleri iki yara kanayıp durdu dün.
sıkışıp
duran kalbinde çağlayıp duran su
yıkılıp
duran hayal. geçer mevsim şeridinden
aynaların
görmediği gölgesinden ağaçların
bedeninde
bin yarayla rüyası uzun geceden
boğulmuş
çığlığıyla arasından bıçakların
resmirevana
günlere güneşlere...
arshil
ile gorky’den.
eskizinden
ol hayatın
geçip
eşiğinden yaranın
göz
göz olmuş o yaranın.
kalbi
kırık çerçeveden duvardaki o çiviye
dikerdi
hep gözlerini uzayan bir gölgeye
gözleri
gözlerinde asılı kalan günlere
tuşlarında
piyanonun gezinen o soruya
rüzgarına
dağlarının. Yersiz yurtsuz notaya
b
e n i s o r a n o l d u m u…
b
e n i s o r a n o l d u m u…
kara kara trenlere
cinnete hep cinnete
dalıp dalıp uzaklara
tarihte kalakalışım
haykırışın dipsiz kuyuya
bakışına bakakalışım.
çığlık çığlığaydı orman
bırakınca elini o ağacın
gözleri iki gözüm
beni soran oldu mu…
harmanlayıp kendimi
denize bakıyorum arada
hal hatır soruyorum şiire
olmuyor işte olmuyor
içimize bir ferahlık olmuyor
şimdi nasıl nereden
gözlerimi getirsem
karıştırsam sözlükleri
dilimde aynı şarkı
hangi karesindeyim filmin
o sahne yanık sahne
bir soru bin soruyla
görüntü donakalıyor
gomidas’ın sustuğu
o saatte o yerde
selam durduğum ağaçlar
duvarları la paix’in
üstüme üstüme geliyor
pınarları kütahya’nın …
şehir. alnımda o derin çizgi
atların su içtiği
elleri
yoktu
annemin.
göl. iki ucu arasında gidip de dönemediğim.
yağmur dindi.
koro sustu.
aradığınız küllere şu an ulaşılamıyor…
peki ama maestro
kardeş kardeşe jilet devreder mi…
-…………….
-………..
- .….
- aram…
- yok bişey…
* gomidas vartabed. “dağlarının rüzgarına öleyim”